Televizyonlarda karşıt görüşlerin her şeye rağmen kendine alan bulabildiği; “Ben devletim” diye kurum kurum oturan adamlara, “Yanlış biliyorsun, hatta hiç bilmiyorsun” denilebildiği günler yaşamıştık. İşte o günlerin birinde televizyonda kalın çerçeveli gözlüklü, ak saçlı bir devletlu ile briyantinli saçları ve özgüvenli cümleleriyle genç bir akademisyen tartışıyordu. Eski Türkiye ile Yeni Türkiye’nin bilek güreşi gibi seyrettiğimiz enstantane, aslında bir metamorfozun başlangıç noktasıymış. Bir gün o genç akademisyenin, Osman Can’ın karşısındaki kişiye, Sabih Kanadoğlu’na dönüştüğünü yazacağım aklımın ucundan geçmezdi. Bürokratik oligarşiyle savaşta ön saflarda mücadele eden birinin, tek adam otokrasisine harç taşıyacağı kimsenin aklına gelmezdi elbette.
Erdoğan Rejimi’nin merkez sağ seçmeni İslamcı yapma başarısı kısmen anlaşılabilir ama batıda eğitim almış, literatüre hakim, iyi seviyede dil bilen entelektüel bir hukukçuyu metamorfoz geçirecek ölçüde dönüştürmesini nasıl izah edeceğiz? Hangi dünyevi kudret böylesi bir dönüşümün, özgürlük savaşçısından rejim bekçisi çıkarmanın akümülatörü olabilirdi?
Osman Can’ın Sabih’leşme süreci daha o günlerde başlamış, lakin fark edilmesi zaman aldı. AKP’nin kapatılma davası savuşturulup üstüne 2010 referandumunda yüzde 58 gibi ezici çoğunlukla kabul çıkınca, kişisel hesaplar dönemi başlamıştı. Kanadoğlu ekolünün temsilcisi Yargıçlar ve Savcılar Sendikası’nın (YARSAV) karşısında kurulan Demokrat Yargı Derneği’ndeki iç çatışma deşifre olunca bazı taşlar yerine oturuyordu. Can, AKP’nin HSYK’da iki koltuk öneren pazarlık teklifini eş başkanı olduğu oluşuma sundu. Diğer eş başkan Orhan Gazi Ertekin’in başını çektiği gruba kabul ettiremeyince yollarını ayırdı. Artık kariyer basamaklarını kendi başına inşa edebilecek güçteydi.
Dönemin Başbakanı Recep Tayyip Erdoğan’ın davetiyle AKP’ye katılıp üstelik Merkez Karar ve Yönetim Kurulu’na (MKYK) seçildiğinde geleceğin Adalet Bakanı gözüyle bakılıyordu. En azından Meclis’te yeni anayasayı hazırlayacak komisyonun başkanlığını bekliyordu. Devran dönmüş güç dengesi AKP lehine değişmişti. O da yöneticisi olduğu partinin gücünü konsolide edeceği argümanları üretmekten yüksünmedi. Sabih Kanadoğlu’ndan daha süslü ve sükseli cümlelerle yapıyordu ama nihayetinde aynı işi yapıyordu. Erdoğan’a en büyük hizmetini 17-25 Aralık Yolsuzluk soruşturmalarını bertaraf ederken sundu. Hem içerde ve hem de daha önemlisi dış dünyada “Onların derdi yolsuzluk değil, başka bir şeydi” temasını işleyen koronun assolistlerindendi. İngiliz Financial Times’a “Gülenciler siyasî-askerî elitlerden daha büyük bir tehdit oluşturuyor. Hem onlar laiklik karşıtı…” diye makale yazıyordu. “Laiklik karşıtı Cemaat”e karşı Avrupalıları defansa çağıran cümle, Can’ın Vural Savaş, Abdurrahman Yalçınkaya ve Sabih Kanadoğlu’na dönüşme sancılarından biriydi. Onlar da “vurun laiklik karşıtlarına” demiyorlar mıydı? En can alıcı ifade ise şuydu: “Yolsuzlukla ilgili olduğu izlenimini verme amaçlı ancak asıl hedef AK Parti hükümeti.”
“Yolsuzluk var ama bunların niyeti darbe” saçmalığını, gazetenin bir hafta önce yayınladığı 17-25’le ilgili başyazısına cevap olarak kaleme almıştı. Başyazıda, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan için sert ifadeler kullanılmış, “Kibir Türk modelini bozuyor – Erdoğan’ın zorbalığı ülkenin refahını tehdit ediyor” yorumu yapılmıştı. Financial Times’a yazdığı makale yıllar sonra New York’taki Reza Zarrab davasında işe yaradı. Türkiye’nin tuttuğu avukatlar “saygın bir hukukçunun” uluslararası medyada yer alan makalesi olarak savunmalarına ekledi.
Cem Küçük ya da Hilal Kaplan da bunu söylüyordu, o halde Osman Can olmaya, anayasa hukuku teorisi filan bilmeye ne gerek vardı? Erdoğan rejiminin inşasında payı Küçük ve Kaplan’dan fazladır; zira Anayasa Mahkemesi raportörlüğü sırasında biriktirdiği bir kredi vardı. Söz konusu krediyi “kazan-kazan” kumarında Erdoğan’a yatırdı. Erdoğan kazandı ama o kaybetti.
Savrulma ve dönüşüm 17-25’le de sınırlı değil; mesela darbeler ve Ergenekon’a bakışı bile AKP’ye katılınca değişti. 2012’de Balçiçek İlter’e “AK Parti kapatma davası, Ergenekon’un, Türkiye derin devletinin olağanüstü bir operasyonuydu. Bu çok açık” demişti. 2014’te yani MKYK üyesi iken Fadime Özkan’a verdiği röportajda şöyle çark etmişti: “Yine tüm darbelerin dayandığı meşruiyetin de bu anayasal düzende bulunduğunu söyleyelim. Anayasanın başlangıç kısmını açıp okuyan bir subay, gözünü anayasadan kaldırıp Türkiye’ye baktığında darbeyi bir vatan borcu olarak görür.”
Aynı metinde Gezi Eylemlerini ‘kalkışma’ olarak niteliyordu. Ona göre “AK Parti demokratik bir iktidardır ama AK Parti’nin kullandığı devlet aygıtı demokratik değildir”. Öyleyse ortaya çıkan antidemokratik fotoğraf bir yanılsamadır ve devlet demokratikleştikçe bu görüntü ortadan kalkacaktır. Ne yazık ki öyle olmadı, eski devleti mumla aratacak bir AKP devletine çıktı o yol.
Osman Can ve benzerlerinin en büyük günahlarından biri de yargının siyasallaşmasına zemin hazırlamalarıydı. 2010 referandumundan sonra seçilen Hakimler Savcılar Yüksek Kurulu’nu “illegal” ilan ederken tek gerekçesi vardı: 17-25’i Cemaat yaptı ve HSYK onları cezalandırmadı. Gerçekten de o kurula dönük neredeyse tek somut suçlama, operasyonlardan sonra emniyette yaşanan görevden almalara direnmesiydi. Yoksa sadece iki yıl önce göreve gelmiş bir kurulun bütün yargıyı ele geçirmesi teknik olarak imkansızdı. İsteseler bile yapamazlardı. Kaldı ki hem Ergenekon hem de 17-25 hakim ve savcıları önceki dönem HSYK’sı tarafından mesleğe kabul edilmiş, tayin ve terfileri hep o kurulca yapılmıştı.
Parti kapatmalar konusundaki birikimini bugünlerde çıkardığı bir kitaba dönüştüren Osman Can’ın kafası fazlasıyla karışık görünüyor. Kitabını anlattığı mülakatta Murat Aksoy’a “Düşüncem değişti. Demokrasinin kendini koruyabilmesi için siyasi partilerin kapatılabilmesi gerekebilir” diyor. Buradan kastının “Aslında AKP kapatılmalıydı” olduğu düşünülebilir. Zira aynı yerde HDP’nin kapatılmaması gerektiğini anlatıyor: “Çünkü HDP’yi kapatınca ülke daha demokratik olmayacak. Ki zaten değil. Demokratik olmayan bir sistem, demokrasinin kendini koruması gerektiğinin arkasına sığınırsa ahlaki değildir, kabul edilebilir de değildir.”
Yine de HDP’nin kapatılmasına bir açık kapı bırakıyor. Can’ın “2014’te Kobani olayları sonrası olsa anlaşılabilir ya da 2015 hendek olayları vs. olsa bu davanın hukuki bağlantısını konuşabilirdik, hukuki değerlendirme yapabilirdik. Ama şimdi ortada hiçbir şey yokken HDP’ye kapatma davası açılmasını hukuki yönden ele almak pek mümkün değil” cümlelerini o açık kapı olarak yorumluyorum. Savcılar çok rahatlıkla o bağlantıyı kuracak delilleri yeni bulduklarını iddia edebilirler. O zaman dava hukuki bir zemin kazanmış mı olacak?
AKP ve Erdoğan konusunda pek çok insan ve grup yanıldığını kabul ediyor; Can da onlardan biri… Ancak o, çok naif bir gerekçeyle kendini savunuyor ve “Niye yanıldım? Şimdi geri dönüp düşündüğümde AKP’ye katıldığımda parti tüzüğünü baştan sona okumadığımı fark ettim. Önemsememişim, benim büyük hatam,” diyor. 7 Haziran seçimlerinde Meclis’e girip 1 Kasım’da listede yer verilmeyen birkaç kişiden biriydi. Belki o listelerde yer bulmaya devam etse yine tüzüğü okuma ihtiyacı hissetmeyecek ve Erdoğan rejiminin kılıfçısı/kamuflajcısı olarak hayatına devam edecekti. AKP konusunda pek çoğumuz yanıldık ama Can, herkesin gerçeği görüp mesafe koymaya başladığı dönemde AKP’li oldu. Hatta MKYK’ya girip ülkeyi çöküşe götüren ateşe odun taşıdı. “Haksızlık mı ediyorum?” diye kendime sorduğumda “Hayır” cevabı verebilmemin önemli dayanaklarından biri bu.
Kanadoğlu emekli, Osman Can ise tasfiye oldu, kullanılıp atıldı. Aralarındaki fark bu; tabii tumturaklı cümleler ve yaş farkını saymazsak…